GAİN’in mini dizisi “Yarın Yokmuş Gibi” inceleme yazısını Duygu Kocabaylıoğlu yazdı..
Halit Ergenç ve Tuba Büyüküstün’ün başrollerini paylaştığı Yarın Yokmuş Gibi, dijital platform GAİN’de 14 Şubat Sevgililer Günü itibariyle ekranlara gelen, dört bölümlük bir mini dizi serisi. Yapımın yönetmenliğini dizi sektöründe övgü toplayan işlerine imza atan, deneyimli isim Zeynep Günay üstlenirken, senaryo ise Ekin Atalar’a ait. Hikaye özü olarak 2003 yapımı, Hollandalı yönetmen Theo van Gogh’un Interview adlı sinema filmini temel alan, fakat gayet serbest biçimde uyarlanarak bizim yerli ekranlarımıza aksettirilen iş, aslında ikisi de bir şekilde medya sektörüne hizmet eden ama iki farklı dünyanın insanıymış gibi davranan, bir gazeteci ve bir oyuncunun bir gece yollarının kesişmesini konu alıyor.
Bu bağlamda, “Yarın Yokmuş Gibi” tek gecede ve neredeyse tek mekânda geçen bir ‘ilişkiler hikayesi’ olarak tanımlanabilir aslında. Deneyimli bir politika yazarı ve oturaklı bir gazeteci olan Hakan (Halit Ergenç) ve ondan yaşça genç, güzel oyuncu Manolya (Tuba Büyüküstün), Hakan’a verilen bir ‘röportaj görevi’ vesilesiyle bir araya gelirler. Önce Manolya’nın müdavimi olduğu restoranda başlayan görüşmeleri sekteye uğrasa da birkaç dakika içinde yolları yeniden kesişir ve bu sefer sonu bir türlü gelmeyen/getirilemeyen uzunca bir gecenin içinde bulur her iki karakter de kendisini.
Zaman geçtikce akşam geceye dönüp, gece de aktıkça birbirlerine bireysel/toplumsal önyargılarla yaklaşan bu iki kişinin de bariyerleri yavaş yavaş yıkılır, gardlar aşağıya iner. Karşılıklı özürler bu sefer karşıdaki insanı, insani yönleriyle tanıma merakına döner. Tam da bu noktada dizi yola çıktığı orijinal Interview’dan ve onun ABD uyarlaması olan, Steve Buscemi imzasını taşıyan Interview (2003) filminden oldukça farklı bir kurgu izleyerek, özgünleşmeyi başarıyor. Biraz eski kafalı (hadi güncel tabirle boomer) diyebileceğimiz Hakan, gerçekliği eğip büken yeni nesil jenerasyona sosyal medyanın sahteliği üzerinden saldırırken, içinde yoğrulduğumuz yerel ve global sosyolojik tespitlere de dem vurmaktan geri kalmıyor. Ama bu eleştirileri karşısındaki bireye vurmak üzerinden yaptığında da, tabii ki Manolya’nın da eli armut toplamıyor. O da Hakan’ın çizdiği “kafası çalışmayan, güzel, magazinsel kadın oyuncu” imajını bir fiskeyle yerle bir ederken, gelenekselci kibrin içi boş algılarıyla da dalgasını geçmeyi başarıyor; kendince.
Bu açıdan incelediğimizde, oyunculuklarda her iki isim de gayet iyi iş çıkartmış diyebiliriz; üstelik kimyaları da inandırıcı biçimde tutuyor. Manolya’yı canlandıran Tuba Büyüküstün güzel bir kadın oyuncuya hayat veriyor ama 20’lerinde ya da 30’ların başında çok da yeni yetme bir karakter değil karşımızdaki. Aslında kişiliği, yaşı gayet oturmuş, hayata bakış açısı Hakan’ınkinden farklı olsa da olgunluk ve karşındakini tartabilme açısından eksiği olmayan bir karakter Manolya. Halit Ergenç’in canlandırdığı Hakan ise diyaloglardaki yaşlılık göndermelerini pek de hak etmeyen, olgunluk çağında ama gayet karizmatik ve albenisi olan bir adam. Bu iki karakterin insani ilişki kurma ya da kuramama becerileri üzerinden ilerleyen akış, nihayetinde klasikleşmiş ya da klişe sahnelere bağlanmayan yapısıyla da yer yer düşen performansına rağmen, kendisini 30’ar dakikalık 4 kısa bölümde seyrettirmeyi başarıyor.
Üstelik bunu atmosferi gayet koyu tonlarda kurgulanmış, bir tek mekan/stüdyo daire üzerinden yapan sanat ve görüntü yönetimine de ayrıca şapka çıkartmak gerekiyor. Koyu atmosferli tek mekanın dengesi çarpıcı renklerin ve neonların aksesuarlara ve yardımcı objelere dağıtılmasıyla kırılıyor. Bazen diyaloglarla yükselen tansiyonda seyirciyi aynı mekanda ve hikayede tutmanın güçlüğü, dar alanın ışık oyunlarıyla yetkin biçimde kullanımı ile aşılıyor.
Son bir detay da müzik kullanımına dair not düşelim; tüm bu geceye iki karakterin inişli çıkışlı ritmi damga vururken, sohbetin akışına göre devreye giren Leonard Cohen imzalı Everybody Knows ve biraz sonrasında karakterlerimizle birlikte eşlik ederek dinlediğimiz Müslüm Gürses yorumlu Unutamadım (a.k.a kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde) seyirciyi bir duygu dünyasından diğerine savuruyor. Tam da post-truth devrinde, günümüz beyaz Türklerinin neye veya kime sahiden sarılacağının şaşkınlığını yaşadığı, herkesin pembe yarınlardan umudunu kestiği ama yine de yalnız ölmek istemediği şu kaosvari günlerde, parçalı bulutlu ruh hallerimize ilaç niyetine… Hele ki finalde gelen Sezen Aksu yorumlu “Belki de Aşk Lazım Değildir”, ‘Böyle olmadı, #füzeatsaydınız’ etiketini hak edercesine…
Uzun lafın kısası “Yarın Yokmuş Gibi”, adı aşk ya da sevgili olsun, olmasın hem bir zeitgeist ilişkiler otopsisi, hem de pusulası şaşmış çağımızın toplumsal eleştirilerini dile getirmesi açısından kıymetli bir iş. 4 bölüm birden arka arkaya seyredebileceğiniz, bir film uzunluğunda, Gain platformunda yayında.
Hem yarın yokmuş gibi yaşayın, hem de günlerinizin içini sevgiyle doldurun.
Duygu Kocabayloğlu