Adana Altın Koza Film Festivali’nden ödüllerle ayrılan Fikret Reyhan imzalı “Cam Perde” filmini, oyuncuları Selen Kurtaran, Alper Çankaya, Uğur Karabulut ve Elif Çakman ile konuştuk.
Fikret Reyhan‘ın üçüncü filmi “Cam Perde” İstanbul Film Festivali’nin ardından, bu yıl 18 – 24 Eylül tarihlerinde düzenlenen 30. Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleyicilerle buluştu.
Kadınların etrafını saran cam perdeleri; toksik erkekliği, erkekler kadar kadınlar tarafından da yeniden üretilen ataerkil kodları, öfke ve şiddet sarmalını ele alan filmin merkezinde, dört yaşındaki oğluyla birlikte yaşayan Nesrin var. Bir yandan uzaklaştırma kararını ihlal eden eski eşi Ömer’in baskı ve tacizleriyle mücadele eden, bir yandan da sevgilisi Selim ile olan ilişkisinde kritik bir karar almaya çalışan Nesrin, sadece bu iki erkeğin değil çevresindeki kimsenin tahakkümü altına girmemek için soğukkanlı bir savaş verir. Onun özenle dengede tutmaya çalıştığı ve her an kırılmaya çok müsait bu ilişkiler ağının yarattığı gerilim ne yazık ki tüm kadınlara çok tanıdık…
Filmde Nesrin’i canlandıran Selen Kurtaran, güçlü performansıyla Altın Koza jürisi tarafından En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görüldü. Festivalden ayrıca En İyi Kurgu ve Jüri Özel Ödülü’yle ayrılan “Cam Perde”yi, Selen Kurtaran, Alper Çankaya (Ömer), Uğur Karabulut (Selim) ve Nesrin’in ablasına hayat veren Elif Çakman ile konuştuk.
“Cam Perde”nin senaryosunu okuduğunuzda kendi karakterlerinize dair neler sizi bu hikayeye çekti?
Alper Çankaya: Ben ilk okuduğumda Ömer’i çok yakın ve tanıdık biri olarak gördüm. Çünkü gerçekten çevremizde çok fazla olan, bizim toplumumuzun kodlarının ürettiği erkek modeline çok yakın bir karakter. Dolayısıyla bağ kurmakta, onu anlayabilmekte çok zorlanmadım.
Selen Kurtaran: Ben de herhalde şeyden etkilendim senaryoyu okuduğumda; yani evet bir kadın hikayesi bu, Nesrin ana karakterimiz ama aslında onun da defolarını gördüğümüz bir hikaye. Böyle kahramanca bir karakter yaratmaması Fikret Reyhan’ın çok hoşuma gitti. Hep konuştuğumuz gri alanlar mevzusu ve bazen dönüp başka karakteri anlamaya çalışıp sonra dönüp yine Nesrin’i anlamaya çalışıp aralarda git gel yapabildiğimiz bir senaryo olması beni etkiledi. Ben severim zaten böyle senaryoları ve filmleri genelde, benim için önemli bir faktördü.
Uğur Karabulut: Ben senaryoyu okuduğumda çok gerilmiştim, izlerken de aynı gerilimi hissettim. Dolayısıyla senaryo bence çok amacına ulaşmış gibi geldi. Kendi karakterim özelinde de ayrıntıları olduğunu düşünüyordum aslında, oyuncu olarak, oyuncu içgüdüsüyle. Ömer karakterini oynamak, dışa vuran bir karakter olduğu için daha cazip geliyor diyeyim ama kendi karakterimden biraz korktum. O ayrıntıyı verebilir miyim, işleyebilir miyiz acaba diye ama yönetmenimiz sağ olsun bir şeyler yapabildik sanırım.
Elif Çakman: Ben kendimi karakterle özdeşleştirebileceğim bir aile yapısından gelmiyorum ama yine de empati yapabilmek hoşuma gitti. Bir de kendi karakterime – aslında hepimiz için geçerli sanırım bu – daha zıt şeyleri oynamayı sevdiğim için senaryoyu sevdim. Karakteri de çok sevdim. Fikret hocanın yapmak istediği işin özünü sade bir dille anlattığını düşünüyorum bu da benim hoşuma gitti senaryoda.
Nesrin’in etrafında erkeklerden oluşan bir ağ var ve bütün bu erkeklerle çevrildiğinde, onların çatışmalarını dengede tutmaya çalıştığında aslında Nesrin’in özneden nesneye geçişini de görüyoruz bir yandan. Bir noktadan sonra erkekler arası savaş öne çıkıyor, sizin için de hikayenin Nesrin’i böyle konumlandırması bir artıydı anladığım kadarıyla?
S.K.: Bence evet, filmde bir süre sonra erkeklerin savaşını görüyoruz onların egolarının yüksek olduğu bir moda giriyor mevzular ama bu Nesrin’in sebep olduğu ya da Nesrin bir şeyleri beceremediği için olan bir şey değil, tamamen bu erkekler davranması gerektiği gibi davranmadığı için olan bir şey. Burada da şey çıkıyor aslında, iyilik diye yapılmaya çalışılan bir şeyler acaba gerekten neden yapılıyor? O insana faydalı olup mevzuları çözmek için mi yoksa tatmin olmak için mi ya da tahakküm kurmak için mi? Böyle sorular canlanıyor benim kafamda.
Erkekler hikayede daha baskın ama bir de ablası var aslında ve o biraz daha…
E.Ç.: Yumuşak kalıyor abla.
Yumuşak ve biraz daha sönük kalıyor. Onun yerine biz Nesrin’in yeğeniyle olan ilişkisinin daha güçlü olduğunu görüyoruz. Zaten film ikisinin yaptırdığı dövmelerle başlıyor ve onlar da Nesrin’in özgürleşme ihtiyacının simgesi gibi.
S.K.: Aslında Nesrin’in geldiği yeri gösteren biri Elif’in oynadığı abla karakteri. Yaşadığı aile ortamını da biraz anlatan biri. Ama bahsettiğin gibi daha sinik…
E.Ç.: Suya sabuna dokunmayan…
S.K.: Evet yani, Nesrin daha bir şeylerden sıyrılma ihtiyacı duyan özgürleşmek isteyen bir karakter gerçekten ve bunu ufak ufak hayatına geçirmeye başlamış biri. Yeğeni de bu noktada bir Z kuşağı ve gerçekten yırtıcı bir tip. Ona büyük bir özen duyuyor Nesrin aslında içerisinde. İnsanlar belki tam tersini düşünebilir, yeğenler teyzelerine özenir gibi ama burada Nesrin, Ebru’nun o özgürlüğünden ve çılgınlığından, eğlencesinden, hayata karşı dik duruşundan ve kendisinin bazen şartlarından dolayı yapamadığını yapmasından, bütün söylemek istediklerini çok net biçimde ortaya koymasından çok etkileniyor. O yüzden aslında güzel bir dostlukları da var. Nesrin’in özendiği biri olduğunu düşünüyorum Ebru’nun.
Ömer’e karşı açıkça “artık teyzemin yakasından düş” diyebilen tek karakter de Ebru…
S.K.: Aynen öyle, o cümlenin Nesrin’in değil de Ebru’nun ağzından çıkmasının bir sebebi var tabii ki filmde.